Friday, December 25, 2015

O


Biz mechul gelecegimizin bizi gozeterek sekillenmesini isteriz. Bunu da kendimizden farkli ve ustun bir varliga, bir guce, bir enerjiye, veya  tanri ya da tanrilara siginarak ifade ederiz.

Kimilerimiz "O"'na isim koyar, kitaplarini ve secilmis mesihlerini icsellestirir, kimimiz ise ruhani bir dogaya inanir ama sonucta kim ne yoldan giderse gitsin temelde tatmin edilmeye calisilan insanin gelecek icin kaygilarini azaltmanin ic huzurudur. "O",  en basit tanimiyla,  bizden olmayanin bizi korudugu fikrine inanmanin gonul rahatligidir. Aslinda bu siginma icgudumuzun temel nedeni, dogumla sonu onceden kesinlesmis biteviyelik duygusu, yani olumdur.  Neticede olumlu varolus bilinci bize "O"'na siginmayi yaptirimlar. "O",  bazilarimizca yuce varlik, evrensel ruh, pozitif enerji,   Tanri, Tanrilar, kutsal kitaplar gibi nitelendirilir. Insanlik tarihi bu ruhu ararken, bu ruhlara isimler koymak ve onlari mistiklestirmek yolunu secmistir. Temelde tarafsiz, zaman ve boyutlar ustu bir Tanri, ve onun icinden cikan iyilik ve kotuluk ikizi bu inanclarin temelini olusturmustur. Bu ruhlar farkli dinlerde farkli isimler almistir; Perslerde, Ahura Mazda ve Angra Mainyu iyilik ve kotuluk ikizini tanimlarken, Araplar icin dort guclu melek Cebrail, Mikail, Israfil ve Azrail materyal dunyanin isleyisini duzenlerler. Yahudiler icin Talmud ve Kabala'da en cok adi gecen melekler Uriel, Raziel, Metatron ve Laila'dir. Bunlar aydinlanmis varliklar olup, evrenin her tarafinda isiklar sacarlar ve evrenin isleyisini duzenlerler. 


Bu farkli ifadelendirmeler genelde kisinin yetistigi cografya, ailesi ve mensup oldugu irka bagli olarak degisebilir.  Coklukla Avrupali Katolik bir ailenin cocugu Katolik,  Orta Dogu'lu Musluman bir ailenin cocugu da Muslumanlikla buyur,  yasar ve "O"'nu, kendi yetistigi kimligiyle ifade etmeye calisir.


Insan olumlu yanlizligini ancak olumsuz bir varlikla cozebilecegini kendiliginden cikarimsar.  En kestirme cozum olumsuz bir Tanri dusuncesidir. Olumlu bir hayatta olumsuz bir varliga siginmaktan daha dogal ne olabilir ? Gormedigimize, duymadigimiza kanitsiz inanmaya ne kadar dirensek de olumsuz bir guce inanmakta nedense hic zorluk cekmeyisimizin nedeni ancak bu icsel zayifligi sorgulamadan kabullenmemizle aciklanabilir. Varolus yolculugunun en kestirme cozumu olan olumsuz bir varliga nedensiz ve sualsiz siginma naifligine zayiflik olarak bakmayip, blakis olumsuze siginmanin guclu olmak oldugunu kendimize inandirmaya calisiriz hep. Bu kandirmacanin cikis noktasi olan icsel siginma gudusu, olumu, yitiklik ve bitmislik olarak gormekten kaynaklanmaktadir.


Oyleyse, torpulememiz gereken olum korkusudur, cunku olum korkusu, akilla dusunmenin onune gecer. Dusunce gucunu istemsiz kaybedisimizin nedeni olume olan tutsakligimizdir. Isa'dan sonraki donemde sekillenen gnostik anlayis Tanriya yani "O"'na akil ve bilgiyle ulasilmasini savunur.  Bu yaklasim insani, materyal dunya ile "divine" yani ulu kozmiklik arasina koyar. Insan materyal dunyadan uzaklasip ruhani ve evrensel huzura ulasabildiginde "O"nu bulur. Yunus Emre ve Pir Sultan Abdal, kendilerini "O"'nu bulmaya adamis Anadolu'nun gnostik kesisleriydi. Bu arayis, yani olumsuz ruha yakinlasma, yine materyal dunyanin akilla yorumlanip, algilanmasiyla mumkun olur. Bir kac ornek vererek aciklamak faydali olacaktir:


Insanin diger canlilardan ustun oldugu yanilgisi, bizim sekillerin otesine gecmemizi engeller,  dunyayi ve diger canlilari algilama alistirmalarinda tarafsiz dusunmeye set ceker. Insanin bu boburlenisi Darwin'in de dedigi gibi yercekimini alalade bulur ama aklin beynin salgiladigi kimyasallardan ibaret oldugunu gormezden gelir. Halbuki dogada nesneler ve canlilar cok farkli sekillerde bir biriyle konusurlar. Sadece kokulari kullanarak anlasan ve insanin "kucumsedigi" bir cok canli turu vardir. Hem bu iletisim sozcuklerin riyakarligini tasimadigi icin cok daha etkili ve ustun bir anlasma seklidir. Kandirma, ve ihanet dogadaki anlasma sekillerinde pek ender gorulur. Kendi kokunuzu degistiremezsiniz, kotu niyetinizi maskeleyemez, yalan soyleyemezsiniz. Bu acidan bakinca belki de onlar dusunce ve hislerini maskelemeye gerek duymayan insandan ustun varliklar gibi gozukebilir. Bir kusun kanatlariyla ucabildiniz mi hic ? Onun beyaz bulutlarin icinden gecerken hissettiklerini duyumsayabildiniz mi ? Doga bilimci Eugene Marais karincalarin yasamini incelerken, bizim gibi konusmamalarina ragmen tum bireylerin gorev ve sorumluluguyla sekillenmis, inanilmaz bir toplum duzenine ve kolonilerin farkli adetlere sahip olduklarini  kanitlamistir. Ornekler bitmez, ancak esas olan insanin kendini dev aynasinda gorme yanilsamasidir.  Bu anlamsiz ustunluk sevdasi insanin olumsuzu arama misyonunda buyuk yanilgilara dusmesine sebep olmustur.


Insani, herseyin ustunde gordugunuzde, evreni algilamada ilk yanlisligi yapmis olursunuz. Daha da kotusu, kendi olagelisimizi, bu borburlenme neticesinde dinsel ve irksal temellere oturturuz. Kendinizi tum canlilardan ustun gormeniz ve bu ustunlugun belli bir irk ve/veya dinle devam ettirilebilecegine inanisin ozunde,  olume karsi guclu olabilme duygusu yatar. Gercekte ise, insanin yaratilmasi,  aile ve irk taniminin otesinde bu tanimlari da icine alan etmenlerin ratsgelmesi sonucudur. Gunes, hava, su, ates, agaclar, kuslar bocekler bizi biz yapan ana etmenlerdir,  bireyselligi tanimlatan ailevi ve irksal bilesenler dahi bu ana etmenlerden olusur. Yani farkliligimiz yalancidir; Cinli, Afrikali, Avrupali, Hintli hepsi ayni bilesenlerden yapilmistir. Varolusunuzun gunese, havaya, suya, atese, ve en ilintisiz gordugunuz etmenlere bagli oldugunu algilayabildiginiz an hava kadar hafif, su kadar akiskan, gunes kadar isildiyan ve aydinlatan oldugunuzu ayird edebildiginizde bu gucun olumsuzlugunu kavrayabildiginizde olumu biteviyelik olarak gormeyip, olum korkusunu yenebilirsiniz. Farkliliklardan cok ayniligi gozlemlediginizde nefret yerini birlige birakir. Materyal dunyanin akilla yorumlanmasi, yani etrafimizdaki unsurlarin bizi olusturdugu bilinci, kendi bilincimizin de bu yaratilma dongusunun bir parcasi oldugu gercekligi olumsuz ruhu bulmamizi saglar. Sonuc olarak, O ne dogumdur ne de olum; ne iyiliktir ne de kotuluk. Dogum baslangic olmadigi gibi, olum de bitmislik degildir. Bireyselligin aynilitan kaynaklandigi bilinci, olum korkusunu torpuler ve olumun akilla dusunmenin onune gecmesini engeller. O'na ulasabilmek olumden korkmamayi ogrenmekle mumkundur.



Saturday, September 12, 2015

Turkiye'nin iki buyuk dusmani

Turkiye'de akli basinda insanlarin sormasi gereken iki soru vardir:

Yezid'e :
1) Seriat yonetimi mi istiyorsunuz ?
Kurt'e:
2) Dogu'da ozerklik mi istiyorsunuz ?

Yezid'in cevabini tahmin edemeyen yoktur diye umuyorum. Ikinci (2.) soruya buyuk bir Kurt cogunlugun ozerklik deme olasiligi yuksek olmakla birlikte, bu insanlara dunyanin yuvarlak olmadiginin da ikna edilebilir olmasi, yoksulluk ve cehaletin nasil manipuleye yatkin oldugunun bir gostergesidir.

Yezid'in son on yil icindeki secimlerde bu kadar yuksek oranla basarili olmasinin en buyuk nedeni iste bu manipuleye en acik olan once Kurt halkidir, sonra da Anadolu insanidir. Cunku hem koyu islamcidir hem de yoksul ve ezik. Yezid'in Seriat ve sultanlik hayalleri Kurtlerin ozerklik hayallerinin yesermesine yol acmis, ancak Hdp oyununu bozmustur. Hdp'nin bu oyunu bozmasinin ana nedeni Turkiye Cumhuriyeti veya Ataturk devrimleri degildir. Sonuc olarak Yezid'in oyununun bozulmasi Kemalist vatanperverleri memnun etmisse de ve hatta bazilarinin aklini daha da celip oy bile verdirtse de Hdp'nin gercek amacinin ne oldugunu unutmamak gerekmektedir (Bakiniz 2. soru)

Gectigimiz on yil icinde Islamcilarin kuklasi olan Dogu, simdi de Kurt milliyetciliginin kurbani olmaktadir. Yani Turkiye Cumhuriyeti ayni kuruldugu yillardaki gibi yine ayni tehlikelerle yuzlesmistir. Korkunun ecele faydasi yok sozune itibar edilmemis, yarim asirdir, kacamak ve oduncu politikalarla bugun bile yukaridaki sorulari sormak zorunlulugumuz hasil olmustur. YANI TAYYIB'I VE PKK'YI BASIMIZA SARAN VE HEP VAROLAN IRK VE DIN PROBLEMINI SAVSAKLAYAN CUMHURIYET HUKUMETLERININ TA KENDISIDIR.

Sonuc ? Ne yapmak lazim ? Otorite gucu elinde tutabilmek icin bu iki ciban basina gerektiginde hizmet etmekten cekinmemistir. Boylece, otorite eliyle de onulmaz yaralar acilmis, yukaridaki sorularin icine devlet teroru, insan halklari ihlalleri, adaletsiz kararlar da eklenerek otorite hakli veya haksiz tukaka gosterilmis, ozerklik ve seriat pompalanmistir. Millet'in vurdumduymazligi bu subaplari acarak saglanmis, her olumsuz gidiste kantarin diger tarafina kafalari karistirici yoruma acik durumlar yaratilmistir. Yani aslinda aktor sayisi iki degil uctur. Demokrasilerde demokrasinin en buyuk dusmani yine secilmis otoritedir. Iste ucuncu aktor de bu otoritenin ta kendisidir. Eger toplumun insan malzemesi iyi degilse, cagdas ve medeniyet durustlugunden nasibini alamamissa, demokratik duzenlerde otoritenin diger iki aktoru kayirmasi, toplumu bir suluk gibi somurmesi kacinilmazdir. Aslinda demokrasi, medeniyet olgunluguna erisememis toplumlarda kor topal isleyen bir yonetim tarzidir.

Cozum, Kurtlere ozerklik vererek veya extermine ederek degil, kimin ne kadar imanli oldugunu ispat icin dini siyaset meydanlarina tasiyarak degil, toplumu medeniyet kivamina eristirmekle saglanir. Bugun olen sehitlerimize aglarken bile, tepkimizi gosterme seklimiz o medeniyet olgunluguna vakif olamadigimizin, toplum olarak muhakeme zayifligimizin en hazin bir gostergesidir. Geldigimiz durumun bas musebbibi once yine bizzati kendimiz, sonra da politik otorite, yanliz hukumet ve Yezid degil ayni zamanda da muhalefettir. Bizden ne koy olur ne kasaba deyimi cok yerindedir. Insanlarimizda sagduyu ve muhakeme yetenegi sifira indirgenmistir. Yani gercekte apacik olani gorememek ve tam zitti ve hic mantikla uyusmayacak yorumlara inanma hastaligi toplumun bircok kesimine nufuz etmistir. Apacik kanitlariyla onumuzde sergilenen hirsizligi, adaletsizligi, sansuru ve korkutma duzenini goremeyip, hala hirsizlik bile yapiyorsa iyi bir nedeni vardir gibi dusunup her secimde her iki kisiden birinin Yezid'e oy vermesi daha baska nasil aciklanabilir. Ayni mantikla yola cikarsak halkin ozgurlugunden dem vuranlarin, halkin cocuklarini askerini polisini oldurup sokakta kalasinikofla kanunsuzlugu kendi kanunu gibi gosteren pkk ve kurt ayrilikcilari gormeyip, sehrin ortasinda hendek kazani, infaz edeni, kendi ozerkligini Turkiye halkina ve Cumhuriyeti'ine ragmen uygulamaya sokan bir zihniyeti ne amacla, hangi sonuc beklentileriyle destekleyebilirsiniz. Cizre'de bir tek olen pkk'li degildir demek ne kadar buyuk bir yaniltmacadir ve provakasyondur, bunu anlayamamak nasil bir akil tutulmasidir. Tek bir aciklamasi olablir, yukaridaki sorularima cevabi "seriat" isteriz, "ozerklik" isteriz diyen kesimler bu yanlis cikarimlari desteklerler. Bu kesimlerin Turk insanina hainlik ettigi gercekligi tek ve dogru gercekliktir. Bu basit analizi, sagduyu ve muhakeme yetenegini insanlarimizin anlamasi gerekmektedir. 

Ne acidir ki Turkiye Cumhuriyeti'nin ilk kuruldugu yillardaki gibi, birligimizin ve ozgurlugumuzun onundeki en buyuk iki engel yine aynidir ve degismemistir: Kurt milliyetciligi ve Islamci seriatcilik. Bu iki duzene de odun veren ve destekleyenler Turk bagimsizliginin, Cumhiriyeti'nin en buyuk dusmanlaridir. Baris icinde bagimsiz bir Turkiye bu dusmanlariyla savasmadan kazanamaz. Cunku, etnik ve mezhep milliyetciligi savasmadan cozumlenemez, tarihte cozulebildigi gorulmemistir. Ancak bu iki basli canavarin onune gecmenin bariscil ve kesin cozumu de vardir. Kesin cozum insan kalitesinin yukseltilmesidir. Bu da ancak halkin sagduyulu ve rasyonel bir toplum haline donusturulmesiyle mumkun olacaktir. Turk halkinin o entellektuel kivam seviyesine hic bir zaman ulasamadigi da ortadayken, yakin gelecekte buyuk degisiklikler ummak hayalcilik olacaktir. Yine de eger 15 (onbes) milyonda bir kisi yuzunden bugunlerimize gelebildiysek, umudumuzu yitirmemeliyiz, belki milyonlar degiliz ama en azindan o bir kisinin rasyonalite mirasina, onun azminin akil ve irade gucune vakif olabilmis vatanperverlerin varligindan umutlu olmaliyiz.

Sunday, August 2, 2015

Is it the Buddhist way or no-way ?

Sam Harris is a rebel. He fights against dogma with rationale. He praises mindfulness and much of the Buddhist practices, except for its -ism institutional aspect that is enough to make him restless. This is quite understandable and respectable for someone who has been the staunch opposer to all organized religions. Consequently, Buddh-ism also becomes an inescapable victim for his criticism; he is embracing the elements of Buddhist interpretations but rejecting its institutional aspect. This is remarkably a respectable firm and consistent stand.

He further iterates that the feelings should not mitigate the idea of possessing them as it brings in the guilt and the natural self defense every time the experience is re-thought with our ever questioning and remembering mind. He is very right and valid in the sense that possessing feelings makes us occupied with the whys more than the feeling itself. The core aim in all of his speculations and also matching the Buddhist view point is the individual's happiness. For the most part for Buddhists and Harris, the end goal is one's happiness. However, to me this is utterly wrong, so wrong that it defeats the idea of eradicating the notion for self. As soon as happiness becomes our central goal, we have accepted the state of being unhappy, which also puts us into the losing argument for the constant struggle towards thoughts and aspirations. Making ahead through social competition, unavoidably creates unhappiness to which many of us fall victims in the vicious cycle of latching on and off to the robe of happiness.

However, the goal should never be the one's happiness; the core idea of breaking one's barriers and spreading beyond self is to be able to see ourselves in everything around us. if happiness was the final goal, it would not only eventually lead to unhappiness but also it would be completely dishonest and disloyal regarding our existence for the benefit of our individual self. In fact, this wrong perception of self-lessness is so rampant not just in today's intellects, but also in centuries old Buddhist way. We should never strive for happiness, rather we should perceive it in the moments that is not destined and vulnerable to the erosion of time.


Why moments instead or measurably satisfying durations that we can not feel happy ? The life's dilemma, birth and death is tied to only one variable and that is time. If there was no time, birth and death would be meaningless words in our dictionaries but yet they are the reasons for our adherence to ever-seeking existence beyond time either in terms of spiritual means or through religious context. If we know the reasons for our struggle we can then figure out ways to resolve it. My speculation therefore starts after submiting to the fact that the time is responsible for our contradictions. If we can rid from time we should not try to defeat it to become happy as the very argument is mere pleading of our defeat. That is why the moments are our resolution in which we can be certain of its perfection without the worry of interrogating thoughts. The truth is we can not keep this state longer than the spontaneity. Having this moment is happiness or unhappiness; there is no definition of the feeling in this state, only the awe! The awe of being in an out of these moments are truly our only treasures in life. This is not necessarily happiness. It is the living and the non-living at the same time,  it is the time we can feel attached to everything around but our self.

The happiness is a mere illusion of one's protecting self interests to the detriment of its surroundings. The argument is not only anti-socialist but also anti-buddhist and anti-humanist. Yet, we have always been dictated by everyone, every religion, every Buddhist, every intellect like Harris that in order to feel happy do this or that. No way! and no way is indeed the answer in which the argument of happiness is a false expectation just like unhappiness is. These opposite states drive us into despair; but then how can we cope with fatality ? Can we ever be happy without a home or a car or a better home or a better car? - the never ending desires from life -. The source of all this is due to our need to search for happiness. In reality, we can only feel the awe in the moments; the happy state can not be caught in a cage or in a bottle from which we can take some and get on with life, but only in the moments that are immortal, and that is not happiness but the awe of being aware of self-free.


Monday, May 4, 2015

Soner Yalcin'in "Kazin Ayagi" makalesine yorum

Sevgili ve Aziz Soner Yalcin Ustadim,

30 Nisan 2015, tarihli “Kazin ayagi” isimli makalenizi
(http://www.sozcu.com.tr/2015/yazarlar/soner-yalcin/kazin-ayagi-818589/)
diger tum makaleleriniz gibi zevkle okudum.

Y-CHP’yi elestirmekte, Ekmel’i elestirmekte, "Kazin ayagi" oyle degil demekte son derece haklisiniz. Ekmel olayi ayrica cok cok onemli. Deginmeden gecemeyecegim; matematiksel olarak cok ayakli secimlerde ilk secime ne kadar cok adayla girilirse ikinci tura kalma sansi yukselir. Bunun nedeni coklu adayli secimlerde tum adaylarin oyu dusecegi duz mantigidir ve bunun icin roket bilimcisi olmaya gerek yoktur. Aday belirlenirken, Ekmel ve sadece Ekmel dayatmaciligina goz yummak en buyuk hiyanetti. Turkiye’de hasir alti edildi, hatta bu korkunc dayatmaciligina karsi cikanlar yanliz birakildi, dislandi, tum toplum bu duruma goz yumdu, bununla da kalmadi onceden kestirilebilen sonuclara ragmen bu yanlisi yapan muhalefet lideri 2/3 cogunlukla tekrar lider secildi. Yer yerinden oynamadi sevgili kardesim. Burada aramizda topladigimiz paralarla Washington DC'de, National Press Club’ta "Cati Adayina Hayir" konulu bir panel duzenledik. 10-15 kisi dinlemeye geldi. Boylesi bir aymazlik inanilir gibi degil. Bazen dusunuyorum, Ataturk’un bu toplumla Kurtulus savasini kazanmasi ve o ezik toplumu adam etmesi, en azindan bizlerin olagelmesi mucizeden ote bir durum diye. Biz bugunku insan kalitesiyle bunun binde birini basaramiyoruz. Iste buyukluk burada. Size yazmamdaki esas neden bu degildi, ancak esas meseleye gecmeden once bunlari da soylemek icap ediyordu.

Esas soylemek istedigim konu ise, makalenizde Avustralya’nin emperyalist guclere tabi olarak yaptigini belittiginiz “abartili” Anzak gunu anma torenleridir. Soylemek istediginiz sonuc cumlesine varis noktanizda Anzak gununun abartili sekilde anilmasi, emperyalizme hizmetle alakali degildir. Eylem size oyle tezahur etmis gibi gozukuyor olabilir, ancak Avustralya ve New Zelanda toplumunun bu konuya duyarliligi, 12 bin kusur ANZAC askerinin neden oraya gidip öldugu degil, bu kadar insanin olumunun verdigi acinin o zamana kadar millet bilinci oturmamis bu insanlarin bu aciya ortak olarak aglamasi, ve her ne olursa olsun bayraklari icin ölmus onca genc insanin kaninin bu toplumun ortak bilincinde saglam bir tutkal oldugudur. Canakkale savasi, meselenin tarihsel ve politik nedenlerinden ziyade, bu toplumun millet bilincine varmasindaki biraktigi psikolojik izdir. Bu soylediklerimi, anlayabilmeniz aslinda cok basittir, nasil ki biz sehitlerimiz icin aglariz, onlarin kime neye hizmeten olduklerini dusunmeden gideriz anmalara. Oyle ya, ceyrek milyon insan olecek, 4 sene sonra tek kursun atmadan Ingilizler rahatca Canakkale Bogazi’ndan gececekler, Istanbul’da keyif catarak kahvelerini yudumluyacaklar, peki ya PKK’yla savasan onca sehidimize ne demeli. Yani, aynaya bakip kendimizi duzeltmektense habire tu kaka basimiza her gelen vehametin ABD’den dolayi oldugunu soylemek bence sonuca etkisi acisindan etken bir savasim metodu degildir; hedef sasirttirir. Izah ediyim; ancak yanlis anlasilmaya sebep olmamak adina burada Emperyalizmi inkar eden yok, zaten edilemez de ancak bu yolla bir yere varamazsiniz. Kendinizi duzeltmeniz guclu olmaniz lazimdir. Dunya uzerinde guclu devletler her zaman kendi cikarlari icin zayif idare edilen milletler uzerinden politikalar yurutmusler, onlari somurmuslerdir. Osmanli da zamaninda Emperyalistdi, Rusya da, Ingiltere, Fransa ve simdi Amerika da emperyalisttir. Bu dunyanin bildigi dunya kanunudur. Emperyalizmle mucadele savunmasiz asker musevvettelerinin basina cuval veya kesekagidi gecirmekle kazanilmaz, blakis, yarim kalmis Ataturk devrimlerinin devamiyla yani toplumu medenilestirmekle, ve din bazli bagnazliktan kurtararak yapilir. Egitimle yapilir, sorgulayabilen bir toplumla, neden nicin sorularina cevaplari sagduyuyla verebilen toplumla yapilir. Ataturk Emperyalizmle mucadeleyi, bagimsizlik savasini, kendi toplumu icinde vererek kazanmistir, yoksa her gun 24 saat Amerika, Ingiltere bizim dusmanimizdir diyerek sokaklarda meydanlarda cigirtkanlik yapmamistir. Simdi, konuya boyle yaklasinca hemen Amerikanci olarak brandalandirilmak bizim anti-emperyalist kesimin habis bir huyu haline gelmistir. Blakis, somuru duzenine karsi savasimin en etkili yolu kendi ozelestirimizle, kendimizi guclendirmekdir, gercek manada mucadele ekonomik ve politik bakimdan dik duruslulukla verilir. Bu yoldaki gayretimizi toplumumuzu medenilestirmeye harcarsak daha kesin sonuclar alir, ve emperyalist tuzaklara dusmeyecek nesiller yetistirir, Erdogan ve surekasi gibi birikimsiz ve bilgi yoksunlarinin bu toplumda sivrilmelerinin onune geceriz. Toplumlarin ilerlemesini durduran iste bu kabiliyetsiz lider takimidir, gucu elde tutabilmek icin emperyalist usakligi da yapabilirler, toplumun ezikligini kullanip saraylar da insa ederler. Aslolan toplumun boyle insanlari kendini idare ettirme pozisyonuna getirmemesidir. Eger toplumunuz suanki gibi hukumet ve muhalefeti kendine layik goruyorsa, Turk milletini gulunc duruma dusurecek tarzda cikar cevrelerinin aleti oluyorsa, temel dusman kendi icimizdedir.

Bitirirken, Avustralya ve Yeni Zelanda ANZAC anma gununde, Avustralya’nin hassasiyeti ve konuya gosterdigi ehemmiyet acisindan bir iki sey daha soylemek zorunlulugu hissediyorum. Her yil oldugu gibi, bu yil 100. yil olmasi hasebiyle, Washington DC’de ANZAC gunu safak toreni’nde besyuz kisiye yaklasan bir kalabalik Kore Savasi Aniti’nin onunde sabah 5:30’da hazir bulundu. Avustralya Buyukelcisi Kim Beazley ve Ingiliz, Avustralya, Yeni Zelenda Atesemiliterleri, Amerikan Calisma Bakanligi Genel Sekreteri de bu torende hazir bulundular. Bizim Turk Silahli Kuvvetleri’nden sadece Denizci bir subay vardi, adeta varligini gostermemek icin ozel caba sarfettigini gormek bizi uzdu. Iki kez cagirildi, celenk onunde selam durdu, ve Ataturk’un soylemis oldugu hepimizin bildigi ANZAC sehitleri icin soyledigi guzel konusmayi hizlica ve silik bir tonla okudu. Toreni hicbir yil sektirmeden izleyen ve daima celenk gonderen Amerika Ataturk Cemiyeti kuruculari ve bendeniz de bu torendeydik. Bay Beazley, oldukca duygulu bir konusma yapti, tiz boru calarken herkesin gozu yasliydi. Torenden sonra konustugum bu ust duzey zevata Russell Crowe’un Water Diviner filmini izleyip izlemediklerini sordum. Aslinda izlemis olmalari az ihtimaldi cunku film Amerika’da genel seyre bir gun once girmisti. Bu filmde, ANZAC’larin Canakkale’ye bagimsiz bir milleti isgal icin gittiklerinin vurgulandigini hatirlatmama gerek yok sanirim. Bu insanlarin filmi dun gece izlemis olduklari ve cok begendikleri cevabini almam beni aslinda hic sasirtmadi. Aslinda biraz daha deserseniz Avustralya’lilarin Ingiltere’nin Guney vilayeti olarak ikinci sinif gorulmelerinin onune gecen bir gururdur Canakkale savasi, biz de variz demislerdir, Ingilizlerin ma$asi olarak gitseler de orada gosterdikleri kahramanliklari animsamak isterler. Ve aslinda bu yolla Ingilizlikten cok Avustralya’li olduklarini bu savasla benimsemislerdir. Orada Emperyalizme usakligin neticesinde sehid verdiklerini dusunerek gozyasi dokmezler. Ilerleyen saatlerde, Washington Katedrali’nde buna benzer ancak cok daha duygulu bir toren daha yapilmistir. Ataturk’un soyledigi sozler, Amerikan Ataturk Cemiyeti'nin cabalariyla Avustralya'lilarca Nasyonel mars olarak kaniksanmis ve Aborjini muzik enstrumanlari esliginde genc bir soprano sanatcisi tarafindan soylenirken, Turk, Avustralya ve Yeni Zelanda, ve ayrim gozetmeksizin tum torene katilanlar gozyaslarini tutamamistir. Avustralya’nin Amerika ile isbirligini ve emperyalist cikarlara ortakligini ANZAC gunu anma torenlerine bulastirmak, ve hatta “Türkiye’nin emperyalist bir çıkar için işgal edilmek istenmesi neden kutlanır ki?” diyerek bu milli ve insani hisleri gormezden gelmek orada goz yasi doken insanlarin naifliklerine karsi yapilmis bir haksizliktir, saygisizliktir. Sonucta diyetler odenmis, hadiseler tarihte yerini bulmustur. Bu insanlarin hislerini emperyalizm koleligi ile ifade edemezsiniz, haksizlik edersiniz, Ataturk’un soylemiyle konuya bakmaniz en insani yaklasimdir. Bu yilin yuzuncu yil olma ozel durumunu bir kenera biraksaniz bile tarihe bakarsaniz, ANZAC gunu anma toreninin ozellikle 1960’lardan sonra Avustralya toplumunun her sehrinde yuzbinlerce sayida insanin katilimiyla anilmasi yeni birsey degildir. Bizim icin Turkiye Cumhuriyeti’nin bir parcasi oldugumuzu hissettiren milli gunler ne ise onlar icin de ANZAC gunu ayni onem ve hassasiyettedir, bunu Emperyalizmle ilintilendirmek cok haksiz bir yakistirmadir.

Yazilarinizin daimi bir okuyucusu olarak, yukarida bahsettigim noktalari yapici elestirel bir gozle okumanizi diler, verdiginiz emeklere minnettar oldugumu bir kez daha vurgulamak ve bilmenizi isterim.

Sonsuz sevgi ve saygilarimla...

Wednesday, April 22, 2015

War of Attrition not Lemkin's Genocide

No, It was not the genocide, it was the attrition warfare - a vicious fight for existence with tooth and nail. Millions of local villagers in the eastern Anatolian provinces, (excluding army officers and soldiers) perished due to the atrocities of a back-stabbing Armenian para-milita, Dasnaksutyun, a rebel group who fought alongside with Russia, conducted a guerilla warfare against non-Armenians and Ottomans. Ottomans were in and out of the wars in the last 15 years at the turn of the 20th centrury, lost vast territories in the Balkans and pressed hard to find a solution, however drastic and inhumane, at the brink of annihilation as they were cornered, Ottomans ordered the Armenian force-migration from the east to the western Anatolia. And yes, along the migration route, they were attacked by the angry villagers, grudged army officers and certainly due to the famine and hunger, they lost scores of innocent souls whose fates were very similar to the unfortunate-many, muslims, non-muslims, Turks, and non-Turks and for this reason: No, It was not the genocide, it was the attrition warfare exercised by all sides. After all, why the wait, had Ottomans really wanted, they would have exterminated Armenians centuries ago. One needs to look into the conditions of the time and the chronological events that led to the reasons causing the tragedies of the era, objectively.



Fast-forward, Ottomans lost WWI. Allied forces dissected the Ottoman territory and finally ended up invading Istanbul, without shooting even a single bullet, sailed alongside the Strait of Dardanelles where they had lost miserably four years ago in one of the bloodiest wars of the 20th century almost around the same time as the Armenian human tragedy was happening in the Eastern front. As the plan for devouring Ottoman empire was working like a clock and the puppet Ottoman sultan was miserably obedient to the allied wishes, they forgot one major factor; the sheer determination and the will-power of the Anatolian Turks who were largely abondoned and humiliated during Ottoman centuries. Turkish identity is established and the nation is pulled together to have the right to determine its future by the legendary commander of Gallipoli, Mustafa Kemal, who not only won Turkish independence against the millitary support and the power of the victorious allied forces, but also built a new, western looking, secular nation over the misery of the Ottoman human condition.



Fast-Fast-forward, Armenian migration from Anatolia had already began before the tragic events in 1915, scores of Armenians fled and got asylum to the USA, France and found refuge in major European nations. The Ottoman Armenians were the handy-men of the crippling Empire: They were involved in almost all economic sectors and held the highest levels of responsibilities. In the 19th century, various Armenian families became the Sultan's goldsmiths, Sultan's architects and took over the currency reserves and the reserves of gold and silver, including customs duty. Sixteen of the eighteen most important bankers in the Ottoman Empire were Armenian. They fled and formed the diaspora, the Armenians living abroad, who invented themselves a life-long mission to remind the new generations who they were and how they were massacred by the Turks. The storyline, historical facts all that did not matter - all that mattered was the spread of the seeds of hatred to be carved to the new generations' hearts and minds so that the Armenian church could uphold the power over the Armenian community abroad. The mission is partially salvaged to the terrorist organization ASALA, an Armenian assasination group who targeted and killed many Turkish diplomats in the periods of 1975-1985 (http://en.wikipedia.org/wiki/List_of_attacks_by_ASALA). They threatened local authorities, international competitions, film directors and directly the heads of states to show animosity to anything being Turkish.



We have now come to the 100th year turning point: one full century has passed, an empire is gone, WWII is over, cold war is over, the problems of capitalist world economy and globalism makes a mark in rising religious fundamentalism, atrocities are still wide and common. Yet, Armenians are still full of hatred and in pursuit of scoring point after point in convincing the nations acknowledging it as a "genocide" where they have the political influence and power and where they can find warm feelings to the detriment of the Turk at all cost regardless of its historical perspective. They can achieve it, and they have already managed genocidal claims affirmed by many nations and even had them passed laws in which expressing otherwise is considered as a crime to the contrary of free-speech and all that, but was it enough ? What did they really achieve beyond recognition? Can recognition bring reconciliation towards answering questions such as why Ottomans decided to part with Armenians, why the Turks do not and will never accept it as a genocide. Turks consider Armenians as friends, wifes, sisters, uncles with similar customs in life, and most Armenians feel the same way. It is never late than never for the diaspora to realize that this hatred has to stop. The real question is if diaspora desires to be predictable for another 100 year as a society still burning with hate or not ?